Powered By Blogger
Cevat Kulaksız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cevat Kulaksız etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2017 Salı

Asitle Elleri Ayakları Yakılmış Bir Irak’lı Türkmen

Asitle Elleri Ayakları Yakılmış Bir Irak’lı Türkmen
Hemen her gün, yanıma bazen ya bilgisayarımı, bazen ya fotoğraf makinemi alır yola düşerim. Ama her gün elimde, sırtımda da taşıyabileceğim kadar kullanışlı bir çantam olur. İçinde gazetem, kitap vs olur. 
Benim bu halimi gören bir komşum, şakacıktan bir gün bana takıldı:
“-Komşu sen tahsildar mısın, kargocu musun, bu çantayla nerelere gidiyorsun, her gün her gün böyle? Ben de ona şakayla yanıt veririm:
“-Yok komşu ben sünnetçiyim” derim, o da:
“-Yok canım bizden geçti, benden yıra” der, gülüşür geçeriz. İşte insanda böyle bir gazetecilik yaşantısı oldu mu, her şeyi yazmak istiyor.
Şimdi asıl konumuza gelelim.
7 Kasım 2017 Salı günü işte böyle bir gün sırtımda çanta metroya bindim. Metroda bazen birbirinden ilginç olaylara tanık olurum. 
Gazetemi açtım okurken, yanımdaki biri ile bir konuda konuşmaya başladık. Sohbete o kadar daldık ki, hemen onun yanında oturan elleri ve bacakları yanıp kavrulmuş bir adam vardı. Sohbeti bırakıp da, o elleri, ayakları kavrulmuş adamla konuşmak mümkün olmadı. Kavrulmuş elleri ile o adamı merak ediyordum ama yanımdaki sohbeti bırakmak istemiyordu.
Nihayet sohbet bitti, elleri kavrulmuş 50 yaş civarında görülen yanındaki adama yöneldim.
-Hemşerim ne oldu sana böyle, kusura bakma merak ettim, dedim. Adam gayet soğukkanlı bir şekilde:
Beni Irakta Amerikalılar ve İranlılar asitle yaktılar”, dedi. Konuşma, şivesine bakınca, sen nerelisin, dedim:
“-Men Iraklı Türkmenem, dedi. Elleri ve ayakları ABD li askerler tarafından asitle yakılan bu adam Sünni Türkmenlerdenmiş.
Aman Tanrım, öylesine ürperdim, öylesine şaşırdım ki, anlatamam. Adama:
“-Arkadaş nasıl olur, Amerikalılarla İranlılar birbirini hiç sevmezler”, dedim.
“-Peki, kardeşim, nasıl yandı bu ellerin, ayakların, diye Iraklı Türkmen’e sordum. Adının Hızır olduğunu öğrendiğim, adam anlatmaya başladı:
Asitle Elleri Ayakları Yakılmış Bir Irak’lı Türkmen
“-Amerikalıların Irak’ı işgal ettikleri sırada çok kan döküldü, çok canlar gitti. İnsanlar, çok zulüm işkence gördüler. Biz de evimizin yakınında bir yerde üç beş kişi dururken, biraz uzağımızda bulunan Amerikan askerlerinin üzerine bir yerlerden el bombası atılmış. Ölen yaralanan askerler olmuş. Orada bulunan bütün erkekleri yakalayıp hapishaneye attılar, günlerce bize işkence yaptılar. Bizi çırılçıplak soydular, ayaklarımızı, elerimizi asitle yaktılar”.
Ben dehşete kapılmıştım:
-Peki, sizden ne istiyorlardı, ne suç işlediniz de bu işkenceyi yaptılar, dedim. Adam şöyle dedi.
“-Söyleyin, o el bombasını askerlerin üzerine kim attı” Söyleyin, o el bombasını askerlerin üzerine kim attı” diyorlardı.
“-Biz atmadık, kimin attığını bilmiyorduk”, diyordu adam.
Adam asitle yanan ellerini, pantolonunun paçasını kaldırıp asitle yakılan bacaklarını gösteriyordu. Adamla daha ayrıntılı konuşmak isterdim ama ineceği Demetevler istasyonuna gelince, metrodan acele indi, gitti. Biz şaşıp kalmıştık, bir korku filminin sahnesi gibi geldi bize bunlar.
ABD lerinin Irak’ı işgalini düşünürsek, birbirinden dehşet, vahşet olaylar yaşanmıştı.
Saddam Hüseyin Hanefi-Sunni, Türkmenlerin çoğunluğu Sunni, İranlılar Şafi-Şii. Bu savaşta ayrı mezheptekiler bile kullanılarak birbirlerine saldırtmışlar, demek ki birbirini kırdırtmışlar. “Allah kimselere, hiçbir millete işgal göstermesin” diye adamın arkasından söylendim durdum.
Eve gelince internetten Irak işgaline ilişkin pek çok yazı ve resimleri gördüm. Bunu sizinle paylaşmak istedim. İşte tanık olduğum dehşet, işte internette birkaç işkence anlatımları.

Amerikanın Gizlediği İşkence Fotoğrafları!

Evli kadına kocasının gözü önünde tecavüz ettiler

Irak'ta ABD İşkencelerini unuttunuz mu! +18 (Foto)

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız

5 Kasım 2017 Pazar

Samandağ Musa Dağı Yolcuları. Hatay Yöresine Gezimiz (3)

Dağın Tepesinde Aziz Simon Manastırı
48 yıl bir taşın üstünde dua etmiş (Teyid Edilmeyen Dünya Mirasında)
Samandağ Musa Dağı Yolcuları.  Hatay Yöresine Gezimiz (3)
14-15-16 Ekim 2017 günlerinde 25 öğretmen, akademisyenden oluşan bir grupla, Ulusal Eğitim Derneğimizin girişimleri ile Hatay-Samandağ yöresinin tarihi turistik yerlerini gezmek amacı ile gezi düzenledik.
Önce, ilk gün Samandağ yöresindeki tarihi yerleri gezdik, gördük ki arazı tarihi özelliği kadar, ürün verimliliği bakımdan da çok zengin ve verimli topraklara sahip. Bu verimli topraklar, deniz ulaşımı ve bütün ticaretin kavşağı olması tarih boyunca bütün kavimlerin, dinlerin uğrak yeri olmuş, Anadolu’nun en gözde bölgesi olmuştur.
Orta Asya’dan gelen Türker 1071 de Anadolu’ya yerleşince, Anadolu’ya daha önce yerleşen başka ırk ve din mensuplarıyla kültür alışverişine girmişler. Bu etkileşme sürerken, batıdan, doğudan gelenler, Anadolu’nun, limanları, geçitleri, iklimi, toprağı en elverişli olan, en stratejik yeri konumundaki Hatay’da ortak kültür ve yaşam oluşturmuşlar.  Yüzyıllardan gelen bu ortak yaşam sürecinde insanlar hangi dilden, dinden, ırktan olursa olsunlar birbirleriyle kaynaşmışlar, barış içinde yaşamaya mecbur kalmışlar. Halen Hatay’daki bu toplulukların insanları kültürleri kaynaştığı için.  , dünyaya örnek olacak şekilde barış içinde kardeşliği sürdürmekteler. O nedenle Antakya’nın her dağında taşında, toprağında her kültürün kalıntıları, anıları var olduğundan yöre insanları, “toprağın neresini kazarsanız kazın bir şeyler çıkar” derlermiş. Çünkü her yerinde bir kültür kaynaşması vardır. 
Yöre insanlarının kültürleri kaynaşmış
Tarih boyunca Araplarla yöre halkının yoğun ticaret ilişkileri ve akraba olmalarından dolayı, halkın çoğunluğu Arapça-Türkçe konuşuyor. Çoğunlu Ermenilerden olmak üzere yerli halkın birçoğu da, 20 yıllık Fransız işgalinin etkisinden olacak, Fransızca konuşmaktalar. Her türlü sebze ve meyve yetiştiriliyor. İklim oldukça güzel, kasıma kadar denize giriliyormuş. Samandağ Türkiye’nin en uzun deniz sahili olan ilçemiz olup, 14 km uzunluğunda incecik kumu olan eşsiz bir yer olarak bilinir.

Samandağ Musa Dağı Yolcuları.  Hatay Yöresine Gezimiz (3)
Ayrıca başka bir özelliğini daha öğrendik, Türkiye’nin en az camisi olan il olarak biliniyor, Hatay.
İşte bu aynı ekipteki arkadaşlarla, rehberimiz İsmail Zubari ile bu tarihi kenti gezmeye başladık. Önce Samandağ’daki Aziz Simeon Manastırı'na gidelim dediler.
Aziz Simeon Manastırı, 480m yüksekliğinde koni şeklinde bir tepe üstüne yapılmış. Araba ile dolanı dolanı rüzgâr enerji pervanelerinin yanından çıkılıyor. Çıktığınızda karşınıza aşağıdaki kısmen metin yazılı bir kitabe levha çıkıyor. Öylesine sarp bir yer ki, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi gibi. Manastırın bir tarafından bakıyorsunuz, 480m aşağıda Asi Irmağı dolanı dolanı akıyor, çevresindeki en verimli toprakları sulayarak denize-Akdeniz doğru uzanıyor. Deniz, ırmak, orman köyler, Samandağ adeta ayağınızın altında kalıyor, eşsiz bir manzara oluşturuyorlar.
Tanrısal güç neler yaptırıyor
Tepeden öbür taraftan bakıyorsunuz, Samandağ deniz kıyısında olanca güzelliği ile bir tablo gibi; bir taraf yemyeşil, deniz mavisi ile gök mavisi kucaklaşıyor.  Gizemlerle dolu bu konik tepe, Hıristiyan keşişlerinin, müritlerinin arzuladığı semaya doğru, Tanrıya uzanıyor adeta.
“peygamberden fazla yaşayamam”  deyip mezara girdiğini de bize anımsatıyor, bu taş üstünde 48 yıl inziva olayı. Yani din, iman şartlandırmasının insanlara neler yaptırdığını gösteren örnekler pek çoktur, insanlık tarihinde.(1)
Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yıllarda Hıristiyanlık yasaktı. Bu kocaman tepenin başında, surla çevrili kocaman manastır içinde yaşayan insanlar suyu nerden alıyorlar, diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Bu yapı kompleksi kayarlın üzerine yapılmış, buralara ondan fazla “su sarnıcı” olacak şekilde derin kuyular kazmışlar. Kayaların her yanından su akımı kuyulara akacak şekilde dolanı dolanı oluklar yapmışlar. Yağmur suları bu oluklardan “su sarnıcı”na-su kuyularına doluyormuş. Şimdilerde güvenlik için bu kuyular toprakla doldurulmuş, üç veya dört tanesi de üzeri ızgara demirle kapatılmış.
Bu Hıristiyan manastırı yapıldığında çok muhteşem bir yapı imiş; yüzyıllar içinde nice depremler, saldırılara maruz kaldığı için yıkılmış.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları.  Hatay Yöresine Gezimiz (3)
Manastır yıkıntılarının arasında dolaşırken, birkaç tane örgülü sütun başları gördük. Taş ustaları taşı öylesine işlemiş ki, baktığınız zaman, sanki bir kamış, hasır örgüsü sanıyorsunuz.
İnsanları bu sarp tepelerin başına, bin bir zorlukla mabet yaptıran güç nedir.  Üstelik içindeki Tanrı sevgisi ile bir kayanın başında 48 yıl kendini dünya nimetlerinden uzaklaştırarak beklemek nasıl bir din duygusudur. Din, iman inancı, insanları canlı bomba olmaya bile şartlandırdığını da düşünelim. İslam tarihinde de, böylesine din, iman, peygamber sevgisi insanları garip olaylara yönlendirdiğini gösteren örnekler çoktur. Günümüzün, din iman, Müslümanlık adına bazı imanlı veya meczup kişilerin canlı bomba yaptırıp kendini parçalatmalarından epey yıllar (800-850 yıl) önce, Ahmet Yesevi’nin,
Kâh yer altında derinlere, kâh yer üstünde en yükseklere  çıkmışlar
Neyse biz devam edelim.
İşte İsa’ya iman edenler, ibadetlerini yapabilmek için tapınaklarını Nevşehir’de (Kapadokya) olduğu gibi yer altı şehirlerine, kuytu yerlere,  buradaki Aziz Simon manastırında olduğu gibi, erişilmesi çok zor olan sivri sarp tepelere, yerlere yapıyorlardı. Gezginciler için kocaman kitabede de aşağıdaki açıklamalar yazılıydı: 
“Aziz Symeon (Simon) Antochıa ad Orentem (Asi Antochıası) Bu gün Antakya yaklaşık 15 km güney Batısında erken Hıristiyanlık hac merkezidir. Antakya ve Defne’yi birbirine bağlayan yol üzerinde Samandağ’ının 480 rakımlı tepesinde altıncı yüz yılda kurulan bir kompleksi, stilites olarak nitelenen sütun üzerinde çile çekme yöntemini benimsemiş bir aziz keşiş olan azizin sütunu etrafında gelişmiştir. Beşinci yüzyılda Kalat Seman’da, (bu gün Suriye) yaşamış olan adaşıyla karışmaması için günümü literatüründe Genç Symeon Stilites olarak da adlandırılan aziz daha yaşadığı dönemde adına inşa edilen büyük ve kapsamlı bir merkezle onurlandırılmıştır.
Altıncı ve yedinci yüzyıllarda aktif olan hac merkezinin Arap akınlarından 11 yüzyıla uzanan zaman aralığındaki akıbeti ile ilgili elimizde kaynak yoktur. 11 yüzyılda alanın bir manastıra dönüşmüş olduğu bilinmektedir. Manastırın hangi tarihte ve hangi nedenle terk edildiği bilinmese de, bina kompleksinin 1268 deki Baybars komutasındaki Memluk akınlarında zarar gördüğü düşünülür, ancak manastırın terk edildiğine dair bir veri yoktur. Önceki parlak yüzyıllardaki parlak günlerini yansıtmasa da, 14 ncü alanda manastır yaşamının bir şekilde devam etmiş olması yüksek bir olasılıktır.
Alanda niteliği ve işlevi belisiz olsa da, altıncı yüzyıl öncesi bir yerleşimin varlığına dair izler vardır. Ancak kalıntıların çoğu altıncı yüzyıla tarihlenir. Altıncı yüzyılda (yaklaşık 540) Aziz Symeonun alana gelişiyle başlayan inşaat çalışmaları azizin sütunu ve çevreleyen sekizgen mekândan başlamıştır. Alanda bulunan kalıntıların en önemlileri yaklaşık 60x63 lik dikdörtgen planlı bir düzenlemenin içine yerleşir merkezde azizin sütununu çevreleyen sekizgen biçimli üstü açık bir mekândan batıdaki atriuma açılan ana girişin yanı sıra, kuzeye ve güneye uzanan iki giriş mekân daha vardır. Doğuda üç kilise kuzeyden güneye bitişik nizamda sıralanır, ortadaki bazilika planı Kutsal Üçleme Kilisesi, ana doğu baskına yerleşir ve sütunla doğrudan ilişkisi nedeni ile alanın en önemli kilisesi olarak nitelendirilebilir. Yine küçük bir bazilike olan Kuzey Kilisye’’ye dair faza bağımız yoktur. Vaktizhane bu ana mekânın kuzeyinde, doğu batı aksında uzanan yatak kenarına uzanan bitişik olarak inşa edilmiştir ama alanın batısındaki mekânlar, alanı çevreleyen duvarlar ve bu duvarlarla merkezi dikdörtgen düzenlemelerin arasında kalan bölgelerle ilgili bilgilerimiz de çok sınırlıdır. Merkezi Dikdörtgen alanın batısı ilk defa altıncı yüzyılda gündelik yaşam ve gelen hacıların ihtiyaçlarına hizmet verecek şekilde düzenlenmiştir.
………………….
Şeklinde yazılı bir kitabe vardır.
48 yıl bir taşın üstünde dua etmiş
Aziz Simeon Manastırı'nda rehberimiz İsmail Zebari şunları anlattı:
“-Samandağ’ın ismi bu manastırdan geliyor. Bu manastırın yerel söylemdeki adı Seman-Semen gibi böyle değişik söylencelerde söylendiği için 1948 yılında ilçemizin adını Samandağ olarak değiştirdiler. Samandağ’ının tarihteki ismi Selefkiya-Suvediye (Suveydiye, koyu gölge, siyahımsı, siyah anlamında bir anlamı var.) O zaman her taraf ormanlıktı. 521 yılında doğuyor, 541 yılında buraya geliyor, S Simon, MS. (Hıristiyan bir adam). Bu stilit eğitimi alıyor, bunların temel felsefesi dünya nimetlerinde uzakta yaşamayı ilke edilmiş. Yani hani bizde bir deyim var ya, bir lokma bir hırka”, onlar da bir zeytin, bir ekmek gibi en alt düzeyde yaşamayı ilke edinmiş tarikat. Suriye’de de var. Suriye’ dekini ben gördüm, Halep yakınlarında, o zaman tabi savaştan önceydi, çatısı hariç hepsini restore etmişler, bayağı da yüksek duvarları.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları.  Hatay Yöresine Gezimiz (3)
S Simon şu gördüğünüz taşın üzerinde, depremler sonucu taşların birkaçı yıkılmış, 10-12m uzunluğunda bu taşın üzerinde 48 yıl tanrıya dua etmesiyle ün kazanmış. Bütün dünya ihtiyaçları haricinde tüm yaşamını orda geçirmiş. Turizm Bakanlığının teyit edilmeyen dünya mirası bölümünde bulabilirisiniz.
Manastır büyük bir kiliseden ibaret, bir ana kilise, şu gördünüz ortadaki büyük bölüm kilise, sağda ve soldaki kiliseler olmak üzere üç tane kilisesi var.
Manastır inşaatın ı kendi inanırları, kendi müritleri yapmış. Herhangi bir devlet kuruluş tarafından desteklenmemişler. Müritleri genelde Adana, Mersin, Tarsus, Silifke’ye olan bölgelerden buraya aileleri ile gelirler, burada çalışırlar, daha sonra ailelerine geri dönerlerdi. Su stoklamak için 12 adet sarnıç var burada, çünkü burada su sorununu, ya Asi Nehrinden, ya da yağmur sularını biriktireceklerdi. 12 tane büyük sarnıç. Sarnıçlardan birini görebilirsiniz;(üzerini demir ızgara ile kapamışlar birileri düşmesin diye), büyüklüğünü aslında oldukça büyük ve derin sarnıçlar, bunlar yağmur sularını depolamak için. Bunun gibi 12 tane var. Bakın şurada yağmur suyunu direne etmek için künkleri görüyoruz. Yağmur suyunu direne edip, delikten içeriye aktarıyorlar.
Manastırın taşlarını dışarıdan getirmemişler, kendi ana kaya üzerinde işlerinde inşa edilmiş, çıkan taşları gerekli gördükleri yerlerde ekleme yapmışlar. Bulundukları yerdeki kayayı işlemişler.
Şu yan tarafta manzarayı izlemek için şehir terası var izleyelim, şu tarafta, ASİ’yi görelim.
Taşları görüyorsunuz hasır gibi işlenmiş, şurada da üzüm salkımları var. Üzüm kutsaldır onlar için”.
Yerel gazetelerden öğrendiğimize göre, burada görülen nice taşlar kaçırılmış; tek bir bekçisi bile yok. Çevre çöplerle doluydu. Burası restorasyon (yenileme) yapılacaktı, koruma barakalarını rüzgar uçurdu, öylece kaldı. (Çevrede kocaman kertenkeleler dolaşıyordu).
Samandağ Musa Dağı Yolcuları.  Hatay Yöresine Gezimiz (3)
Çevrede tepeciklerde pek çok elektrik üreten kocaman rüzgâr pervaneleri dönüp duruyordu.
“Stilitler tarikatının kurucusu Saint Simon Stilit (İ.S. 389- 459) olarak kabul edilmektedir. Kilikya ile Suriye'nin birleştiği sınır bölgede doğduğu ve genç yaşta Antakya'da yaşamaya başladığı görülmektedir. Simon bir manastırda aldığı temel din eğitiminden sonra kendini kentin dışında bir hücreye kapattı. Burada 3 yıl yaşadıktan sonya kentin yakınında bir dağa çıkarak, burada kendini bir kayaya zincirledi ve çevresine çizdiği bir çemberin dışına çıkmadan yaşamaya başladı. Sabrı, dayanıklı, inancı kısa zamanda duyulduğu ve Hıristiyanlık dünyasının her yanından hastalar, dertliler, çaresizler vb. Simon'a akmaya başladılar. Başlangıçta Simon biraz yüksekçe bir yere çıkarsa biraz soluk alabileceğini düşünmüş olmalıydı. Zamanla tepesine tünediği sütunun yüksekliği arttı. Son sütuna 13 m. olup en tepesinde 2 m2 genişliğinde bir bölüm vardır. İnsanlardan yatay olarak kaçma umudunu yitiren Simon'un dikey olarak dikey olarak kaçmaktan başka çaresi kalmadığını söyleyenler de çıkmıştır. Terk-i dünya tarikatının merkezi olarak bilinen St. Simon Manastırı, Samandağ-Antakya arasında Antakya'ya 18 km. uzaklıktadır. St. Simon Tepesi denilen ve denizden yüksekliği 479 m. olan bir tepe üzerinde bulunan manastır kalıntıları, 100x150 m2 lik bir alan üzerindedir.
Kilikya ile Suriye'nin birleştiği sınır bölgede doğan ve genç yaşta Antakya'da yaşamaya başlayan St. Simon, (İ.S. 389-459) Stilitler tarikatının kurucusu olarak kabul edilmektedir. Bir manastırda aldığı temel din eğitiminden sonra kendini kentin dışında bir hücreye kapatan Simon, burada 3 yıl yaşamıştır. Daha sonra kentin bir kayaya zincirlemiş ve çevresine çizdiği bir çemberin dışına çıkmadan yaşamıştır. Sabrı, inancı kısa zamanda duyulmuş ve Hıristiyanlık dünyasının her yanından hastalar, dertliler, çaresizler vb. Simon'a gelmeye başlamıştır. M.S. VI.yy.da St.Simon adına buraya bir Manastır yapılmıştır. Burada inzivaya çekilen St. Simon'un, 20 m. yüksekliğindeki taş sütun üzerinde 45 gün yaşamış olması, teyit edilmeyen dünya mirası bir rekor olarak kaydedilmiştir. Bu sütunun kaidesini bugün de görmek mümkündür”.(2)
Çevreden aldığımız bilgilere göre, “Terk-i dünya tarikatının merkezi olarak bilinen St. Simeon Manastırı’nın içindeki tarihi eserler güvenlik önlemleri alınmaması nedeniyle tahrip ediliyor veya kaçırılıyor”, diyorlardı.

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR

(1) Türklerin Müslümanlığı kabul ettiği yıllarda yaşayan Ahmed Yesevi, Peygamber sevgisiyle yanıp tutuşurdu. 
Ahmed Yesevi, XI asrın ikinci yarısında Batı Türkistan’ın Çimkent şehrine bağlı Yesi Sayram (Akşehir) kasabasında doğmuş, 1194 yılında ölmüştür.
Hz.Peygamber,  63 yaşında vefat ettiği için, kendisinin de 63 yaşına geldiğinde, “ben peygamberden fazla yaşayamam” diyerek, yer altına özel bir mezar kazdırmış. Ömrünün kalan kısmını mezarda ibadetle geçirmiş.
http://forum.kanka.net/showthread.php?594017-63-Ya%C5%9F%C4%B1ndan-Sora-Yer-alt%C4%B1nda-Ya%C5%9Fayan-Pir-i-T%C3%BCrkistan
(2)http://arkeofili.com/hatayda-1500-yillik-st-simeon-manastiri-yok-ediliyor http://arkeofili.com/hatayda-1500-yillik-st-simeon-manastiri-yok-ediliyor

Cevat Kulaksız

3 Kasım 2017 Cuma

Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)

Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
14-15-16 Ekim 2017 günlerinde 25 öğretmen, akademisyenden oluşan bir grupla, Ulusal Eğitim Derneğimizin girişimleri ile Hatay-Samandağ yöresinin tarihi turistik yerlerini gezmek amacı ile gezi düzenlendik. Önce, ilk gün Samandağ yöresindeki tarihi yerleri gezdik, gördük ki arazı tarihi özelliği kadar, ürün verimliliği bakımdan da çok zengin ve verimli topraklara sahip. Tarih boyunca Araplarla yöre halkının yoğun ticaret ilişkileri ve akraba olmalarından dolayı, halkın çoğunluğu Arapça-Türkçe konuşuyor. Çoğunlu Ermenilerden olmak üzere yerli halkın birçoğu da, 20 yıllık Fransız işgalinin etkisinden olacak, Fransızca konuşmaktalar. Her türlü sebze ve meyve yetiştiriliyor. İklim oldukça güzel, kasıma kadar denize giriliyormuş. Samandağ Türkiye’nin en uzun deniz sahili olan ilçemiz olup, 14 km uzunluğunda incecik kumu olan eşsiz bir yer olarak bilinir. Ayrıca başka bir özelliğini daha öğrendik, Türkiye’nin en az camisi olan il olarak biliniyor, Hatay.
Vakıflı Ermeni Köyü Türkiye’nin tek Ermeni Köyü
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
Tarihin ilk devirlerinden beri, yöre bütün tek tanrılı dinlerin, Kudüs gibi merkezi olduğundan bu dinlere mensup insanlar yüzyıllardan beri barış içinde yaşamışlar, yaşamaktalar. İşte bu barış ortamı nedeni ile Türkiye’nin tek Ermeni köyü, muhtarından köylü halkına kadar, bu yerleşim yeri Vakıflı Köyü, Hatay’da bulunmaktadır.
Samandağ’nın-Hatay’ın hemen komşusu olan Suriye terör ve ateş içinde kıvranırken, bu yöredeki insanların refah içinde yaşaması gerçekten ülkemiz için sevindirici bir olay.  
Vakıflı Köyü hakkında rehberimiz İsmail Zubari arabanın içinde, köye varmadan şu bilgileri verdi:
Vakıflı köyü Türkiye’de tarım bazında organik tarım yapan ilk köydür. Bu konuda 2006 yılında Avrupa Birliğinden (AB) ödül de almışlar. Tarım bakanlığından da bir ödülleri var. Köyde köy kadınlarının kendi aralarında kurdukları bir resmi olmayan bir kooperatifte yetiştirdikleri ürünleri bir dükkân gibi yerde satıyorlar. Köyde iki üç tane pansiyon var, kursiyerler için ayarlanıyor, köyün tamamı narenciye ile uğraşır, çeşitli sebze de yetiştiriyorlar. Onun için orada şurup, şarap, tatlı, reçel vs istiyorsanız oradan almanızı öneririm.
Köyün tamamı Ermeni, nüfusu azaldı, eskiden göç fazlaydı.  Köyde 130 civarında ev var, şimdi göç durdu, emekli olanlar da köylerine geri dönüyorlar. Eskiden göç çoktu, okumak, ticaret için göçüyorlardı, şimdi göç durdu.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
Vakıflı Musa Dağı eteklerinde, Musa Dağı köylerinde yetişen ürünler: Dut, incir, şeftali, elma, portakal, turunç, limon, larinç (sık sık yemeklere sıkılan ekşimsi bir tür portakal), Malta Eriği, ayva, erik, kayısı, armut, nar, üzüm, yaban eriği, vişne, ceviz, zeytin, keçiboynuzu, sakız ağacı, muz ve fındık vs. gibi meyvelerin yetiştirildiği her yanı ağaçlarla ormanlarla kaplı çok şirin bir köy. Vakıflı’da köy halkı, bu meyvelerin şuruplarını, şaraplarını, sirkelerini yapıp satıyorlar. Yani Kadınlarıyla birlikte ataları gibi tüccar tipli, iş bilir insanlar. Sokaklarından gümüş gibi tertemiz sular akıyor. Suyun bol olduğu, iklimin, toprağın, havanın çok uygun olduğu topraklarda neler yetişmez ki.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
Köye girerken, yan yana duran, üzerlerinde Ermeni isimlerinin yazıldığı mezar taşlarını görüyorduk. Vatan bildikleri bu topraklarda huzur için de yatıyorlardı. Vakit darlığından köylülerle uzun konuşmalar, sohbetler yapamadık.
İnternette arama yaparken, Musa Dağı Ermeni köylerinin bazılarında ta o zamanları, 80-90 yıl önceleri bile köyde otel varmış.
Vakıflı köyüne varıp arabadan indikten sonra köy kilisesinin içine girdik. Bina içinde ibadet yapılan yer bina içinde demir koruluklarla bölünmüş, ibadet yapılan yere girilmiyor. 30-40 m2 bir boşluk bırakılmış, sık sık ziyaretçi geldiği için, ibadet yerine girilmesin diye ayırmışlar. Bir lokum sandığı gibi bir sandığa mum doldurmuşlar, gelen mumu yakabiliyor, ben de iki mum yaktım, arkadaşlar da yaktılar. 
Kilisenin içinde rehberimiz İsmail Zubari bilgi vermeye devam etti.
 “1890 yılında ipek böceği yetiştirilmek üzere inşa edilmiş bir bina aslında.1900 lü yılların başında köy büyünce kiliseye çevriliyor, 1997 yılında da bu şekilde restore ediliyor, aslına uygun olarak, tabi taşlar yenileniyor; İskenderun ve buraya bakan bir papaz olduğu için 15 günde bir ayinler olur, bir hafta orada bir hafta burada yapıyor. En büyük bayramı Meryem Ana Bayramı Ağustos’un ortasına denk gelir, burada dünyanın her yerinden Amerika’dan, İran’dan, Suriye’den, İstanbul’dan birçok Ermeni gelip bayramı burada kutlamayı tercih ederler, burada yedi kazanda keşkek pişirirler; buğdayla etin dövüldüğü büyük kazanlar var ya, burada köy kilisesinin bahçesinde kazanları koyarlar ve öyle bir ibadetten sonra halka dağıtırlar. Şurada İncil’de bir ayetin sözünü görüyoruz, Ermenice yazılmış, Hz. Meryem’in bir sözüdür. Hz. Meryem İsa’nın havarilerine diyor ki, “size ne söylediyse onu yapın”, şu duvarda yazılan yazı.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
Dediğim gibi Türkiye’de organik tarım yapan ilk köydür Türkiye’de, ödülleri vardır ve köy kadın kollarının satış stantları aşağıda.
İsterseniz köyün güzel hanımlarından Kuhar Hanım bize bilgi verebilir, buyurun.
Vakıflı Köyünden Bayan Kuhar Kartun da Türkçe olarak şunları söyledi: (Kilise geleneğine göre içeride şapka takılmaması lazım” denildi, şapkası olanlar çıkardılar).
“Merak ettiğiniz bir şey varsa ben de cevap vermek isterim”.
Bu köy ne zaman kurulmuş, diye Ermeni Kuhar Hanım’a sordum:
Atalarımız M.Ö başlıyor, Kars Ağrı bölgesinden, ipek böceği için gelip bu bölgeye yerleşiyorlar.”
İsminiz ne diye, sordum, şöyle cevap erdi:
“-İsmim Kuhar Kartun, Kadınlar Kolu kurucusuyum. Ben de burada tanıtım amacıyla bulunuyorum. Biz Hatay’ımızda bütün renklerimizle var olmak istiyoruz, bütün bildiklerimizi anlatmak istiyoruz. Hatay gerçekten yörede bir örnek ilimiz, herkes kendi diliyle, kendi kimliğiyle örnek. (Ben biz de sizinle övünüyoruz, dedim, sağ olun” dedi. Kuhar Hanım devam etti.
Tek farkımız renklerimiz, yeşiliyle, sarısıyla, mavisiyle, kırmızısıyla bizi birbirimizi tamamlayan çok hoş kültür zenginliğimizdir. Atalarımız hep buradaydı, umarım böylece yaşayıp gideriz,  yaşayıp geliyoruz.
1300 lerde geliyor atalarımız, bu bölgeye. 1300 lerden 1938 e kadar çoğalarak yedi köy oluşuyor, Musa Dağı eteklerinde. En son yerleşen Vakıflı köyü, burası. 125 yıllık bir geçmişi var. Bu yapı 1890 da ipekböceği atölyesi olarak yapılmış, ipek kozaları üretimi için. Yerleşimlerin yoğunluğu yukarıdaki köylerdeyken 1924 yılında köy halı çoğalınca ibadet yeri ihtiyacından taş yapıyı, atölyeyi ibadethane olarak kullanıyorlar. 1997 yılında restore edildi. Cemaatimiz ve İstanbul’daki Ermeni vakıfların öncülüğü ile yapıldı. Valilik de turizme açtı. Hep vardık.
Bir arkadaşımız, “ismi neden vakıf” diye bir soru sordu, Kuhar Hanım şunları söyledi:
Vakıf Osmanlı döneminde vakfedilen bir toprak, 4800 nüfusa sahip olan bu köylerde 1938-1939 mübadele dönemi diğer köyler gidiyor, Hatay’ımız Türk Cumhuriyetine bağlandığı dönem, herkes özgür iradesine bırakılıyor, “ kalmak isteyen kalabilir, gitmek isteyen gidebilir” deniliyor. Türk Cumhuriyeti vatandaşı olmak, soyadı taşımak koşuluyla, çoğu gidiyor, azı kalıyor.1200 kişi gidiyor, 600 kişi kalıyor, 1939 da. Nüfusumuzun yüzde yetmişi İstanbul ağırlıklı, yüzde 20 si Avrupa’da, işçi ailelerimiz Almanya ağırlıklı.
Çevreyle bir sorununuz yok, değil mi diye sordum. Kuhar Hanım şöyle dedi:
Bilmiyorum bu soruyu sormak ne derce doğru, bakın kapılarımız daima açık, dünyaya açık. İyi ki dedelerimiz gitmemiş, iz Hatay’ı herkese gururla anlatıyoruz, çok rahatız. Dünya gelsin tanısın, görsün, Bunu ne İstanbul’da görebiliriz, ne Erzurum’da görebiliriz, ne İç Anadolu’da görebiliriz hiç bir yerde göremeyiz. Hatay Ermenileri kimliğini gizlemden yaşabilen bir köydür,  işte Hatay bu.  Arabı Arap kimliğiyledir, Ermeni, Ermeni kimliğiyledir, Türk’ü Türk kimliğiyledir. Yargısı Yargı kimliğiyledir. Öncelikle diyoruz ki ne Müslümanlık, ne Hıristiyanlık, ne Yahudilik bizim için önce insan olmaktır”.
Kuhar Hanım’ın bu açıklamasından sonra dışarıya çıkıp dolaşmaya başladık. Dışarıda yol kenarına baktım, beton yarım oluk şeklindeki döşemeden şırıl şırıl tertemiz sular akıp gidiyor.
Samandağ’ndan bize katılan bir bayan, (emekli Astsubayın eşi) söze karışarak dedi ki: “Ben de Samandağ’lıyım. Geçenlerde Bedros abiyi gördüm, kızları benim kızlarla arkadaştılar, kardeş gibiydiler, sabahlara kadar kalırdı, beraber yer içerler, beraber yatarlardı. Yani biz kardeş gibiyiz, öle kalacağız”. Böylece Türklerle Ermenilerin Samandağ’nda barış içinde, kardeşçe yaşadıklarını vurgulamak istiyorlardı.
Kilisenin içinde memnun olunduğu için alkışlıyordu herkes.
Yolda yürürken, çok yaşlı, bastonuna dayanarak gelen bir Ermeni kadını yolun kenarındaki banka oturdu. Selam verip halını hatırını sordum, elini öptüm, dua etti.
Biraz daha ileride üç Ermeni sandalyelerde yan yana oturuyorlardı. Selam verip yanlarına vardım. Nereden geliyorsunuz dediler, Ankara’dan geliyoruz dedim. Türkçe olarak “köyümüze hoş geldiniz, beğendiniz mi” dediler. Ben de “bu düşmanlıklar olmasa da sizler gibi daha çok Ermeni hemşerimiz olsaydı” dedim. Onlar da, onlar da hiç eskiyi karıştırmayın, der gibi. “Hoho onlar eskide kaldı, eskileri hiç karıştırmayalım, kardeşçe yaşamaya devam edelim” dediler.
İsimleri Sırop Kuş, Harabek Babek, Harabet Doğan olduklarını öğrendiğim üç Ermeni’nin resmini çektim.
Ermeni kandınlar kendi aralarında kooperati gibi bir birlik kurmuşlar, dükkân gibi bvir yerde şarap, sirke, şurup, zeytinyağı, nar ekşisi gibi yöreye özgü ürünlerini birlik adına satıyorlardı. Yan sokakta başım uzattım baktım,  köyde yetişen mandalın dolu kasalar kamyona yükleniyordu.
Ağaçların arasından ellerinde çantaları olan iki Ermeni genç çıktı, evlerine gidiyorlardı. Nerede okuyorsunuz, dedim. Yanılmıyorsam, Muğla Üniversitesinde okuyoruz dediler, mimarlık ve Kimya Mühendisliği bölümlerinde okuyorlarmış.
Köyün tandırlı neli lokantasında Türk köylerinden gelen işçi kadınlar, gençler çalışıyormuş. Köy meydanında lahmacuna benzer etli ekmekli yemeklerini yedik.
Vakıflı Köyü Muhtarı Berç Kartun’la Konuştum
Vakıflı köyünün 24 yıllık Muhtarı Berç Kartun köyü hakkında şu bilgileri verdi:
Köyümüz Samandağ’ına bağlı 4 km uzaklıkta Musa Dağı eteklerinde ormanlar içinde şirin bir köy, 35 hane kaldı, nüfusu 130 kişi, ötekiler Musa Dağı’ndan ayrıldılar.  Musa Dağı’nda köy bazında 6 köy vardı. O zamanlar kilisesi falan olması gerekiyormuş, muhtarlık olması için; resmi olarak altı köyün muhtarlığı varmış, o zamanları, biri de muhtarlık olmak üzereyken köyden ayrılmışlar. Bu altı köyün halkı Fransız işgalinden sonra bu altı köyün halkı köylerini terk etmişler.
C.K. Köyde turizm amaçlı pansiyonculuğu artırmak yatırım yapmak mümkün değil mi, diye sorduğumuz zaman Muhtar Berç Artun şunları söyledi:
B.K:“Açıyoruz efendim, orda yine dokuz tane pansiyon yaptık.  Bunun için teşebbüsümüz oldu. Bunun yanında 40 yataklı pansiyonumuz var. Hafta sonları yoğunluk oluyor, çevreden İstanbul’dan zaman zaman gezme amaçlı gelenler oluyor.
Emekli olup da gelen var mı?
B.K: Almanya’da 1960 larda emekli olanlar, bir kısmı burada bir kısmı Almanya’da. Başka ülkelerde, özellikle İstanbul’da emekli olan emekli hemşerilerimiz var, zaman zaman gelip burda kalıyorlar, gidiyorlar, özellikle yaz aylarında geliyorlar.
Okul çağında çocuklar okula nasıl gidiyorlar?
B.K: “Köyde okul yok, eskiden vardı, okuyanların yüzde 99 u üniversite mezunu, her sene beş altı tane çocuğumuz üniversiteye giriyor. Bu sene beş tanesi üniversiteye girdi.  Bizim ilkokulumuz 1990 da kapandı, öğrenci sayısı 7 den aşağı düştüğü için, Samandağ ilçesine iniyorlar, Samandağ bize 4 km uzaklıkta Kendi imkânlarımızla minibüs tutuyoruz, servisle gidip geliyorlar.
CK: Bu öğrencilerin okullarda okumasından bir sıkıntı çekiyor musunuz?
Yok çekmiyoruz.
B.K: 1960-1970 lerde İstanbul’da yatılı Ermeni okullarına giden çok olmuş, o zamanda 50 öğrenci orada okumuştur. .
CK: Evinizde eş ve çocuklarınızla Ermenice mi konuşuyorsunuz, Türkçe mi konuşuyorsunuz?
B.K: “Bizim kendi anadilimiz Musa Dağ Ermenicesi ile konuşuruz, bu dünya Ermenicesinden ayrı. Bu Musa Dağı Ermenileri bir de Suriye’de Kesap beldesinde de altı yedi köy var. Oradakiler de aynı dili kullanırlar. Bir istatistik yapmışlar, 35 bin kişi bu dili kullanıyormuş, sadece dünyada. Üç yaşına kadar bu anadildeki Ermenice konuşur çocuklar. Çizgi filimler filan izleyince Türkçe öğrenirler.  
CK: Musa Dağı’nda kaç tane Ermeni Köyü vardı?
B.K: Bizimle birlikte Vakıflı’dan başlarsak,  Kapısuyu, Hıdırbey, Yoğunoluk, Hacabatlı, Eriklikuyu, Mityas köyleri Ermeni köyleri idi. 1939 a kadar bu köylerin hepsi Ermeni idi. 1939 da mübadelede oraları terk etmişler.
Bu sizin köyün dışındakiler, o zaman baskıya uğradıkları için mi gittiler, kendi istekleri için mi gittiler?
BK: “-1915 Tehcirinde, Tehcire gitmeyip dağa çıktmışlar, orada dağda 50 gün sıkıntı çektikleri için Fransızlar gelip gemiyle kurtarana kadar sıkıntı olmuş, sonunda tekrar dönüp buraya gelmişler. Fransızların, işgalinde yedi köye yerleşen Ermeniler, işgal süresince 20 yıl yine kalmışlar. 1939 da Fransızlar anlaşarak Hatay’ı Türkiye’ye bıraktıktan sonra korkmuşlar. Korkmayın falan demişler yine de güvenememişler, gitmişler o zaman. Aşağı yukarı bizim burada 39 da 650 nüfus kalmış. Beş binin üstünde de insanlar gitmiş. 
CK: Keşke bu düşmanlıklar olmasa da birçok Ermeni buralarda kalsa idi, dostluklar devam etse idi, dediğim zaman, Muhtar Berç Kartun şunları söyledi:
B.K: “Keşke bu düşmanlıklar olmasaydı. Ermeniler o zamanları Osmanlının en yüksek katlarında bakan, paşa olmuşlardı.
Ermeniler, Fransızların yardımları ile köylerini evlerini terk edip gitmişler. O zamanları 39 bin 600 nüfus varmış. Tabi dış baskılar, dış tahrikler birileri böyle ayırmışlar ne yapacaksın, dışarının politikası bu maalesef.
CK: Köyde Okuma yazma oranı nasıl?
BK: Bizde köyümüzde herkes okuryazar, kız erkek ayırımı yokturMesela bu sene dört tane mi beş tane mi çocuğumuz üniversiteye girdi, Eskişehir’de, İzmir’de vs.
CK: Komşularla nasılsınız?
B.K: Ben her zaman söylüyorum, buraya gelen basına, Hatay ilimiz Avrupa’yı aratmayacak bir ilimizdir. Burada, Emeni2si, Sunni’si, Alevi’si, Arab’ı, Yahudi’si, nerede kim varsa, bu güne kadar hep kardeşçe yaşamışız. Hatay öyle. Ben diğer illere de gittim. Mesela İstanbul’da 60-70 binin üstünde Ermeni yaşıyor. Çoğunun ticaretle uğraşanların ikinci bir lakabı var. Burada hiçbir Ermeni vatandaş ikinci bir lakap duymaya gerek duymaz. Hatay’da kültür, farklı bir kültür.
CK: Berç Bey, siz şu anda Erzurum, Kars, Ağrı’da yaşasanız, buradaki kadar huzurlu olamazdınız, dedim.
BK: “Buradaki huzuru rahatlığı bulamazdık. Gittim oralara birçok yere gittim. İstanbul’da, İzmir’de adımı saklamadım. Ama İstanbul’da bazen, Sivas’ta, ne bileyim Diyarbakır’da ismimi sakladım, tam söylemedim. Çünkü insanlar farklı bakıyor. Çoğu insanlar, Anadolu’da Ermeniler olduğunu bilmeyenler var. Zamanında “kuyruğu mu var, kulağı mı büyük, bizleri acayip tanıtmışlar, acayip bakıyorlar.
CK: Berç Bey, devletle, kaymakamlıkla, valilikle bir sorununu var mı? Bir sorununuzu iletseniz, size karşı olumsuz bir tavır içine giriyorlar mı? Yaklaşımları nedir?
BK: “Yok efendim, benim muhtarlığımın 24 yılı olacak, ben 24 yıldır şu an benim altıncı kaymakamım oluyor. Altı kaymakamımızla da ilişkimizi kesmemişiz, halen daha görüşürüz, o kadar muhabbetimiz var, sevgi saygı var. Ben hiçbir yerden “olamaz, yapamayız” diye bir şey bilmem, duymadım.
CK: Hepiniz sigortalısınız değil mİ?
BK: “Aşağı yukarı bizim burada herkes ya BAĞ-KUR lu ya sigortalıdır. Sigortasız yok, dedelerimiz, amcalarımız çoğu sigortalıdır, emeklidir BAĞ-KUR dan.
Musa Dağ Ermeni köylülerinin bir düğün türküsü
  1. Isgoum tesen meyjuh hina guh shaghin
  2. Arzout sendrou mezzeonkuh guh sandrin,
  3. Kuh aghprdakuh srou guh bahin.
  4. Kalashuhs, aman, Aghviuruhs, aman,
  5. Uhnnim ta virenkuh ziurss iursoum,
  6. Ijnim ta tsadzankuh srou ginoum,
  7. Geomkuh inim aghjiloum, baghdiloum.
  8. Kalashuhs, aman, Aghviuruhs, aman.
Tercümesi:
  1. Altın kap için kına karıştırırlar
  2. Gümüş tarakla saç tararlar,
  3. Ağabeylerin sıraya girmiş beklerler.
  4. Sevdiğim, aman, güzelim, aman.
  5. Tepelere çıkayım avlanayım,
  6. Aşağı ineyim sıra bekleyeyim
  7. Ağlaya yalvara dileğimi diyeyim
  8. Sevdiğim, aman, güzelim, aman.(2)
Musa Dağı Ermenileri hakkında abartılı yazıları, (Musa Dağı’nda 40 Gün gibi) bir yana bırakıp, Medine Kahramanı Fahreddin Paşa’nın Musa Dağı Ermenileri hakkındaki raporuna bir göz atalım.

Musa Dağ Vakası ve Fahreddin Paşa’nın Raporu
Musa Dağı Ermeni köylerini gezerken, anlatırken, bazı tarihi belgelere de bir göz atmamız gerekecek. Çünkü yalan, yanlış abartılı anlatımlar olduğundan (Musa Dağı’nda Kırk Gün filminde olduğu gibi) o devrin Osmanlı resmi raporlarına da göz atmamız doğru olur.
Musa Dağı, Hatay’a bağlı Samandağ (Süveydiye) İlçesi’nden geçen Asi Nehri’nin Akdeniz’e karıştığı Amanos Dağları eteklerinde bin metre yüksekliğinde büyük sivri kayalık ve çalılarla kaplı bir dağdır. Bu dağın dünya çapında meşhur olması, Ermenilerin burada yaptıkları isyanı anlatan ve daha sonra sinemaya da aktarılan, Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanı ile olmuştur. Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, Batı’da Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli olmuştur.
Bu roman ve film projesi daha o yıllarda Almanya, Türkiye ve ABD açısından bazı siyasî ve diplomatik gelişmelere sebep olmuştur. Biz burada 1933’te yayınlanmasından itibaren dünya kamuoyunu Türkler aleyhine etkileyen romanın dayandığı Musa Dağ Ermeni hâdiselerine kısaca temas edeceğiz.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra İskenderun ve Halep bölgesini işgal imkânı arayan başta Fransa olmak üzere İtilâf Devletleri İskenderun şehrini altı defa denizden bombalamakla kalmayarak Doğu Akdeniz’i de denizden abluka altına almışlardı. Yapmak istedikleri çıkarmayı kolaylaştırmak için bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırmaya çalışıyorlardı.
Yine bir Ermeni araştırmacı tarafından yapılan çalışmaya göre 14 Eylül 1915 tarihine kadar Fransız savaş gemileri tarafından Port Said’e getirilen Musa Dağlılar 4.088 kişidir. Bu bilgilere rağmen hâlâ Musa Dağ Ermenilerinin devlet tarafından planlı yok edildiği propagandasını yapmanın ne kadar büyük bir yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı gazetenin iddiasına göre Musa Dağ’da Osmanlı güvenlik kuvvetlerine direnen 5.000 kişiden 951 i ölmüştü. Bu rakamın da gerçeği yansıtmadığı rakamların tutarsızlığından anlaşılmaktadır. Mavi Kitap’ta ise Musa Dağı Ermenilerinin sayısı hakkında 4.058 ilâ 4.200 arasında çelişkili rakamlar verilmektedir.
21 Ekim 1915 tarihinde Egyptian Gazetesi bu haberi direnişçilerden aldığı bilgiye dayanarak şöyle vermektedir: “Tepe eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağ’ın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşının altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4-14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”.
Amerika’da çıkan Outlook gazetesinin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve Musa Dağ isyanları hakkında bilgi veren Papaz Dikran Andreasyan ise Musa Dağ isyanının 1915 yılı baharında Osmanlı Devleti’nin 6.000 kadar askerini kasabanın yakınındaki kışlalara yerleştirmesi ve Ermeni manastırının boşaltılmasını istemeyen Ermenilerin askerlere direnmesiyle başladığını iddia etmektedir. Bu ifadeler, Ermenilerin isyan çıkarmak için suni sebepler aradıklarını göstermektedir.
Papaz Dikran’ın daha sonra anlattıkları da bu tespiti doğrulamaktadır. Çünkü İskenderun gibi düşman askerlerinin çıkarma yapması ihtimali bulunan bir yerdeki kışlaya hükümetin asker yerleştirmesi çok normal bir harekettir. Bölgede Osmanlı vatandaşı olarak yaşayan Ermenilerin kendi güvenliklerini sağlamaya da yönelik bu teşebbüsten aslında memnunluk duymaları gerekirdi. Papaz Dikran, bu direnişten sonra hükümetin 13 Temmuz 1915 tarihinde tehcir kararı aldığını ve bu karara uymak istemeyen altı Ermeni köyünün direnmek üzere Musa Dağ’a çıktıklarını belirtmektedir. Samandağ Ermenilerinin isyanlarında, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’de başarılı olacağı ümidi de etkili olmuştur.
İsyan eden Ermeniler yanlarına uzun süre yetecek yiyecek, içecek ve hayvan sürülerini de almışlardı. Musa Dağ’ın Damlacık mevkiine çıkan 5.000 kadar Ermeni siperler kazarak ve dağa çıkan önemli geçitleri tutarak muhkem bir savunma hattı kurmuşlardı. Ermenilerin ellerinde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, filinta tüfekler ve süvari tüfekleri bulunuyordu.
21 Temmuz’da Ermeniler ile Türk kuvvetleri arasında çatışmalar başladı. Bu çatışmalarda sayıca güvenlik kuvvetlerinden çok olan Ermeniler 200’den fazla askeri şehit ettiler. Kırk gün kadar devam eden direnişlerinden sonra Ermeniler, yiyecek ve cephanelerinin azalması üzerine Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a ve İskenderun kıyılarında bulunan İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan savaş gemilerine haber göndererek onlardan Hıristiyanlık adına kendilerini Kıbrıs’a götürmelerini, bu mümkün olmazsa yeterli silah ve cephane göndermelerini istediler. Alacakları silahlarla Türklerle savaşmaya devam ederek İtilâf Devletleri’ne yardımcı olacaklarını da söylemekten geri kalmadılar (2 Eylül 1915).

Papaz Dikran Andreasyan, direnişlerinin elli üçüncü günü Türk güvenlik kuvvetlerinin çatışmayı keserek Ermenilere teslim çağrısı yaptıkları bir sırada, Guichen (Goşin) adlı bir Fransız savaş gemisinin yardımıyla Jeanne D’arc (Jandark), Desaix kruvazörü, dört Fransız ve bir de İngiliz kruvazörü ile 14 Eylül 1915 tarihinde Port Said Limanı’na rahat bir şekilde nakledildiklerini anlatmaktadır. Bu kadar çok Ermeni’nin Kıbrıs’a gönderilmesi kabul edilmeyince, Fransız muhripleriyle İskenderiye’ye nakline karar verildi.

Musa Dağ Ermenileri Süveyş Kanalı’nın Asya tarafında Lazaret toplama kampına yerleştirildiler. 4. Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı’nın Kudüs’ten Başkumandanlık Vekâleti’ne gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli şifreli yazıda bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
“Musa Dağ’da direnen Süveydiye Ermenileri büyük ihtimalle aldıkları davet üzerine Viktor Hugo, Hanri Fastersin, Lui ve isimleri anlaşılamayan diğer üç Fransız harp gemisinde toplanmışlar. Âsilere karşı 41. Fırka’nın iki alayı ile bir cebel takımı sevk edilmiştir. Viktor Hugo ve Dördüncü Hanri gemileri Kabaklı (Mevaklı) civarındaki kıtaların ordugâhını da bombardıman ederek asker ve ahaliden 8 şehit, 2 yaralı ve 20 hayvanın telef olmasına sebep olmuştur. 30 Ağustos 1331 (12 Eylül 1915) gecesi asilerin saklandıkları Damlat’a gelen müfreze hiçbir asiye rastlayamamıştır. Bunların gece yarısı düşman gemilerine gittikleri anlaşılmıştır.”
“Fransız filosuna karşı ordugâhın gizlenmesine ehemmiyet vermeyerek boş yere kayıp verdirenlerle, Ermenilerin kaçmasına sebep olanları şiddetli cezalandırmak için Fahreddin Paşa, Bahriye Nazırı’nın emri üzerine derhal oraya gitti. Bundan sonra İskenderun ve Antakya’daki Ermenilerin tehciri hızlandırıldı.”

Medine Müdafaası Kahramanı Fahreddin Paşa, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan bu hadiseleri ve kendi ilgisini, yukarıda adı geçen romanın yayınlanmasından sonra raporunda şöyle anlatmaktadır:
“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilâf Devletleri’nin İskenderun kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı hükümete olan vergi borçlarını ödememişler. Osmanlı Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir. Bu isyanın hemen bastırılması için askerî kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş, bunun üzerine bir jandarma alayı bölgeye gönderilmiştir. Daha sonra da 4. Ordu Kumandanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkumandanlığa tavsiye edilmiştir. Başkumandanlıktan alınan yetkiye göre asilere göç için yedi günlük bir süre verilmiş, fakat asiler bu sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağ’ına çıkmışlardır. Bunun üzerine hükümet, emirlere uymaları için asilere memurlar göndermişse de Ermeniler bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge kumandanı Albay Galip jandarma alayıyla Musa Dağ’a inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de, dağ üzerinde hiç bir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede, Ermenilerin denize doğru inen bir yamaçtan Akdeniz’e indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip, burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır. Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin Musa Dağı’ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu Fransız hükümetinden sorularak, doğruluğu öğrenilebilir. Daha sonra Musa Dağı’nda yapılan araştırmalarda, hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi, yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Werfel tarafından yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan bu kitabın (Musa Dağında 40 Gün) konusunun tamamen hayalî ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır.”
Görüldüğü gibi, bir Türk askeri olarak Fahreddin Paşa, bölgesi Suriye’de, Adana, Urfa, Zeytun (Süleymanlı) ve Haçin (Saimbeyli) Ermeni isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaptığı başarılı çalışmalardan dolayı Fahreddin Paşa Başkumandanlık Vekâleti tarafından 27 Eylül 1915’de muharebe gümüş madalyası ile taltif edilmiştir.
Devlete isyan ederek asayişi bozan ve masum insanları katleden Ermenilerin isyanlarını bastırmış olması dolayısıyla İngiliz casusu Lawrence ve Fransız subayı Bremond tarafından haksız yere Ermeni düşmanı olarak suçlanmıştır. Ermeniler hakkında sadece vatanperver ve vazifeşinas bir Osmanlı subayı olarak hizmet eden Fahreddin Paşa yalnız suçlanmakla kalmamış, Ermeni Komita Merkezi tarafından kara listeye alınarak öldürülmesine karar verilmiştir. Ancak Ermeniler bu kararlarını uygulama imkânı bulamamışlardır.

Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)

Çarpıtılan Tarihî Gerçekler
Fahreddin Paşa’nın içinde bulunduğu hâdiseler incelendiğinde, tehcir uygulaması dışında bulunan Güneydoğu ve Çukurova Ermenilerinin Osmanlı Devleti’ne isyan etmek amacıyla uzun bir süredir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Devlet görevlileri Ermeni isyanlarını yatıştırmak için elinden geleni yapmıştır. Fakat bütün bu iyi niyetlere Ermeni direnişçiler tarafından ateşle karşılık verilmiştir. Bununla da kalınmayarak isyanların bastırılması, Türklerin Ermenileri katli şeklinde duyurulmuştur.
Fahreddin Paşa’nın sorumluluk sahasında meydana gelen Ermeni isyanlarında İtilaf Devletleri ve misyonerlerin önemli rolü olmuştur. Ermeniler hem bölgedeki misyonerler, hem de İtilaf Devletleri tarafından kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Ermenilerin direnme imkânı kalmadığında ise Musa Dağ’da olduğu gibi Hıristiyan kardeşlik ve menfaatleri adına direnişçiler İtilaf Devletleri tarafından kurtarılmışlardır. Musa Dağ’da Ermeniler çok az kayıp vermelerine rağmen isyan eden herkesin öldürüldüğünü öne sürecek kadar gerçek dışı açıklamalarda bulunmuşlardır.
Bu hadiselerin ortak özelliği, mecburî göç sahası dışında olmalarına rağmen Ermenilerin isyan etmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu isyanların tehcir edilme korkusuyla meydana geldiği iddia edilemez. Hatta bu bölge diğer yerlerden tehcir edilen Ermenilerin iskân mıntıkası olarak seçilmişti. Bu isyanlar hakkında batılı konsolos, görevli ve misyonerlerin verdiği bilgilerin çoğu taraflı, çelişkili ve yanlıştır. Urfa isyanında Alman Misyoner Kunzler, Fahreddin Paşa’yı sebepsiz yere Ermenileri öldürtmekle suçlarken, bazı Ermeni ve Halep Amerikan konsolosluk kaynaklarının Antep’te barış ve huzurun onun sayesinde sağlandığını belirtmesi bu tezada güzel bir örnektir.
Bu çalışmada tekrar görülmüştür ki tarih; onu yaşayanın veya gerçeğin değil, yazanın, hatırlayanın, anlatanın, yansıtanın, canlı tutanın ve sahip çıkanın arzu ettiği tarzda şekillenmektedir. Türk-Ermeni ilişkilerindeki kırılmada yaşananların sonuçlarından çok sebeplerini anlamaya yönelik çabalar öğretici ve yararlı olacaktır. Bütün bu vakalar olduğu şekliyle ve tarafların hepsinin ifadesiyle incelendiğinde gerçeğe yakın bir resmin ortaya çıkması; düşmanlık ve nefreti sürdürme yerine birbirini anlama, analiz ve sentez etme gibi yararlı bir yola dönüştürülebilir. Son söz olarak görevini titizlikle yapmaktan başka bir maksadı olmayan Fahreddin Paşa’yı Ermeni kasabı ve vatanını korumaktan başka bir gaye gütmeyen milletimizi soykırımla suçlamak büyük bir haksızlık, yanlışlık ve gerçeği saptırmadır.
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)
Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (2)

Doğu Lejyonu
Fransızlar, Musa Dağı’ndan götürdükleri ve silahlandırdıkları 4000 kadar Ermeni’yi Türklere karşı kullanmak amacıyla 15 Kasım 1916’da Doğu Lejyonu’nu (bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu) kurma kararı aldı. Bu lejyonun kurulmasında büyük payı olan Fransız Albay Bremond kendi Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda şöyle denilmekte:
 “Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa İngiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böylece elimizin altında güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu Ermenileri kaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan İngiltere’ye de para ödeyeceğiz.” (2)
Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kuruldu. 160 Suriyeli gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu birliklerin en iyileri Osmanlı ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı Ermenileri idi. Bu lejyondaki Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Boğaztepe Ermeni Lejyoner askerî kampında eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk İstiklâl Mücadelesine karşı savaşmıştır.(3)

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR
(1)-  Kaynak ve alıntı: http://www.houshamadyan.org/tur/haritalar/halep-vilayeti/musa-dagi-samandag/musadaghinanc/dini-degerler.html
(2)- Erdal İlter, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlanma Faaliyetleri (1890-1923), İstanbul 1995, s.100-101).

(3)- Prof.Dr.Süleyman Beyoğlu
(Yedikıta Dergisi, Sayı 39, Kasım 2011)  http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2011/

Cevat Kulaksız

31 Ekim 2017 Salı

Samandağ Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)

Samandağ Musa-Hızır Türbesi
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
14-15-16 Ekim 2017 günlerinde 25 öğretmen, akademisyenden oluşan bir grupla, Ulusal Eğitim Derneğimizin organizesi ile Hatay-Samandağ yöresinin tarihi turistik yerlerini gezmek amacı ile gezi düzenlendik.
Önce, ilk gün Samandağ yöresindeki tarihi yerleri gezdik, gördük ki arazı tarihi özelliği kadar, ürün verimliliği bakımdan da çok zengin ve verimli topraklara sahip. Tarih boyunca Araplarla yöre halkının yoğun ticaret ve akraba olmalarından dolayı, halkın çoğunluğu Arapça-Türkçe konuşuyor. Her türlü sebze ve meyve yetiştiriliyor. İklim oldukça güzel, Kasıma kadar denize giriliyormuş. Samandağ Türkiye’nin en uzun deniz sahili olan ilçemiz olup, 14 km uzunluğunda incecik kumu olan eşsiz bir yer olarak bilinir. Ayrıca başka bir özelliğini daha öğrendik, Türkiye’nin en az camisi olan il olarak biliniyor Hatay
Tarihin ilk devirlerinden beri, yöre bütün tek tanrılı dinlerin, Kudüs gibi merkezi olduğundan bu dinlere mensup insanlar yüzyıllardan beri barış içinde yaşamaktalar. İşte bu barış ortamı nedeni ile Türkiye’nin tek Ermeni köyü, muhtarından halkına kadar bu yerleşim yeri Vakıflı Köyü Hatay’da bulunmakta. Vakıflı Köyü’ne sonra değineceğim, gezi sırasına göre yöreye bir göz atalım.
Samandağ’nın-Hatay’ın hemen komşusu olan Suriye terör ve ateş içinde kıvranırken, bu yöredeki insanların refah içinde yaşaması gerçekten sevindirici bir olay.
Hatay Yöresine Gezimiz
Samandağ Musa-Hızır Türbesi
14 Ekim Cumartesi günü öğle yemeğinden sonra, Samandağ’nda bulunan Musa Peygamber ile Hızır Alehisselamın buluştukları yerin anısına yapılan türbeye uğradık. Ziyaret edenlerin bazıları bu türbeyi öylesine kutsal biliyorlardı ki, türbenin duvarlarını öpenleri gördüm. Türbenin içinde bayanlar ayakkabılarını çıkarıp, başlarına tülbent vs bir başörtüsü ile örtüyorlar, türbe tarafına yönelik huşu içinde dua ediyorlardı. Yurdun her tarafından burayı ziyarete gelenler varmış, biz ayrılırken 34 plakalı üç otobüsün ziyaretçileri getirdiklerini gördük.
Bu türbe konusunda gezi boyunca ekibimize rehberlik yapan, yazar İsmail Zübari şunları söyledi:
“Türbe yüz yıl kadar önce yapılmış, içindeki kaya yüz binlerce yıl önceden gelen bu buluşmayı simgeler. Ortasında görülen beyaz kubbe o bir kayadır, burada beyaz bir oluşum var. Çok eskiden önce çamurla, sonra da kireçle boyamışlar. Arada bir kireçle üstünden boyayarak geçerler, kirlenmesin diye. Buradaki Müslüman inancına göre, Hz. Musa ile Hızır’ın buluşma noktası. Çünkü Kuran’da keyf süresinde, Musa ile Hızır’ın bir deniz kenarında bir kaya üzerinde buluştuklarını yazar. Bizim deniz kenarında bir kaya üzerinde, iki dağ arasında bizim burada 14 km lik bir sahil şeridimizde tek kaya oluşumu burası. Deniz kenarında olduğu için buluşmanın gerçekleştiğine inanılır. Tevrat’ta veya başka kitaplarda bakarsanız, Musa’nın buraya gelmediğini yazar. Ama bizdeki inanca göre ruhların yer ve mekân mevhumu yoktur. İlahi kutsal varlıkların yer ve mekân, zaman mevhumu yoktur, her yerde hazır ve nazırdırlar.
Tevrat’ta, Zebur’da, Musa’nın Filistin’e kadar gittiğini yazar, buraya gelmemiş”, ama bizim inancımıza göre öyle sınırlama yoktur. Siz dünyanın öbür ucunda da olsanız, “ya Hıdır, ya Hızır, dediği zaman, bir güç, bir yardım bekliyorsanız, bunlar da her yerde hazır ve nazırdır. Hatta ölmediği, canlı olduğu inancı var.
Hıristiyanlar için de burası Sen Jons diye bilinir, Sen Jons Avrupa’daki adı. Buradaki yerel adı Kutsal Jorc. Dolayısıyla Müslümanların da, Hıristiyanların da aynı anda ortak mekânda ibadet ettiklerini görebilirsiniz. Onların da özel bir günleri var “Margir Corc” Mar Corc Avrupa’da “kutsal gün” diye tercüme ediliyor.
Bir kutsal mekânımız daha var o da Mızraklı Köyünde.  Putperestlerden bu yana burası kutsal bir yer. Hıdır Ellez’de burası dolup taşar gece gündüz. Türkiye’den her yerden geliyorlar. Hızır ve İlyas inancına sahip olanlar her yerden geliyorlar, ziyaret için. En çok da Suriye’den gelirler, çünkü buradakilerin orada, oradakilerin burada akrabaları var”.
Hızır İlyas Türbesini ziyaretten sonra rehberimiz İsmail Zübari: “Az önce türbeyi ziyaret ettiniz, bizim burada söylediğimiz gibi herkesin inancı kendine, ama biz günlük hayatımızda Atatürk’ün dediği gibi, ilim ve fenni rehber edinmeden vazgeçmeyeceğiz yine” dedi.
Rehberimiz sonra da, arabanın içinde, Samandağ hakkında şunları söyledi:
Samandağ farklı kültürlerin bir arada yaşadığı güzel bir memleket. Burada Ermenilerle, Alevilerle, Hıristiyanlarla, Türkmenlerle bir arada yaşayan yerleşik bir kültür var. Bunun kaynağı da biz yetiştirilirken, çocukluğumuzda okullarımız bir, mahallelerimiz bir, sokaklarımız bir, oyunlarımız bir bir defa büyüklerimizin bir deyimi var, “Allah herkese kendi dininde yardımcı olsun”. Onun için bizler yetiştirilirken büyüklerimiz tarafından farklı kültürlerin olmasını doğal ve zenginlik olarak görürdük.
Samandağ’nda M.Ö.  yüz bin yıllara giden bir doğal mağara var, şu anda kazılar devam ediyor; şu ana kadar da 5. Yıla kadar inildi daha birçok katların olduğu söyleniliyor. 15 yıldır kazılıyor, daha 15 yıl sürer, deniliyor. Bunun yüz bin yıla dayanacağını tahmin ediyorlar. Tabi o zamanın ilkel bir yaşam vardı, neondertal insanı, şimdiki bizim homospiastan biraz daha farklı bir insan yapısı anatomisi vardı. Günümüzde kazılar devam ediyor, bakalım neler çıkacak.
Şu gördüğümüz sahilimiz (denizi göstererek) 14 km uzunluğunda tamamı kumdan yazın karettakarettaların üreme yerlerinden bir tanesi. Sahilimiz ayrıca deniz canlıları, yani bitkiler için önemli bir alan, burada şimdi biraz sonra göreceğiz, insanların pek değmediği yerde daha yoğun olmakla birlikte, buralarda kum zambağı gibi bitkiler çiçek açar, güzel kokan bir yerde yer alıyor.
Şu karşıda görülen Keldağı, sivri tepeli büyük bir dağ. Dağın ön tarafı bizim olmakla birlikte arka tarafı Suriye’ye, diğer görülen küçük dağlar Suriye’ye ait. Gördüğünüz gibi sınır bölgesindeyiz.
Samandağ’nın asıl geçim kaynağı, yakın zamana kadar, özellikle önce Almanya sonra Arabistan ve diğer Arap ülkeleri olmak üzere 20 bin civarında gencimiz oralarda çalışıyorlar, belki de daha fazla, ama birkaç yıl önce yapılan sayım sonunda halkın yüzde yirmisinin çocukları Arabistan’da çalışmaktadır. Önce inanmamışlardı bana, araştırma gereğini duydum, nüfus artışının yoğun ilçelerden bir tanesidir.
Şimdi gideceğimiz bölge MÖ 300 yıllarında Büyük İskender’in komutanlarından birinin kurduğu Antik bir şehir, günümüzden 200 yıl önce. Denize yakın olduğu için dışarıdan gelecek saldırılara karşı stratejik önemi artıyor, Başkenti Antakya’ya taşıyor, burası liman olarak varlığını sürdürüyor, yaklaşık 800 yıl tarihi bir liman olarak işlev görmüş ve o kadar zenginleşmiş ki, kendi adına sikke basma elde etmiş bir şehir.
Biraz sonra göreceğimi Romalılar döneminde M.S.69 yılında tarihin gördüğü önemli projelerden bir tanesi, uzun bir tünel açılmış, dağdan gelen sellerin şehri basmasını önlemek için büyük bir tünel açılmış.  Dünyanın sekizinci harikası diyebileceğimiz bir yapı, Hemen yakınında ise büyük mağaralar var. Burada kayalara oyulmuş şehrin ileri gelenlerinin gömüldüğü kaya mezarları yer alıyor, hemen tünelin yakınında.
**
Selenkia Pieria Antik Kenti (Samandağ)
Öğle yemeğini yedikten sonra yola koyulduk. Samandağ yöresindeki antik yerleri ziyarete devam ediyoruz.
(Öğle yemeğinde içli köfte yenilirken bir arkadaş şu fıkrayı anlattı: “Adamın biri ilk kez yiyeceği içli köfte yemeğini görmüş, bakmış ki her tarafı kapalı bir kocaman köfte,  köfteyi yerken yanındakilere demiş ki: “köfteyi anladım da bunun içindeki kıyma vs bunun içine nasıl girmiş” demiş.)
Samandağ sınırları içinde kalıntıları harabeleri bulunan ilk çağın bu antik kentinin başkenti olan bölgeyi rehberimiz İsmail Zubari eşliğinde gezdik.
Kentin girişinde kocaman odun parçası şeklindeki kitabede şunlar yazılı idi:
“Selenkia Pieria sınırları, batıda Sardes (Manisa), doğuda Semerkand’a kadar uzanan ve Seleuş Krallığına başkent olarak. l. Seleuş tarafından kurulmuştur. Kent İ.S. 526-528 de yaşanan bir deprem felaketinden çok büyük zarar görmüş ve giderek terk edilmiştir.
Kent, ova düzlüğündeki doğal bir lagunde oluşan doğal liman ve etrafında biçimlenen Aşağı Şehir ve hemen kuzeyinde yükselen yamaçlar ve tepelik alan üzerinde kurulan Yukarı Şehir olmak üzere Helenistik dönem şehir anlayışı ile kurulmuştur. Antik kentin yayılım alanı yaklaşık 300 hektardır. Aşağı Şehir barındırdığı limanı agorası ve yamaç yerleşimleri ile kentin ticari hayatının merkezi olmuştur.
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Kent’de günümüze ulaşan başlıca kalıntılar Dor düzeyindeki Tapınak kentin ilk kuruluşundan itibaren var olan ilk limanı ve İ.S. 4 yy ortalarında inşa edilen dış limanı aşağı ve yukarı şehirlerde mozaik  tabanları müzelerde sergilenen ancak günümüzde duvar ve temel kalıntıları tahrip olmuş Roma villaları vespasyanus Titus Tunelleri, şehir surları ve Liman kapısı, iç limanın çevresindeki depolar, yapımı bitirilememiş tiyatro, aşağı şehri yukarı şehre bağlayan kayaya oyulmuş basamaklar, Beşikli mağara mezar anıtı, lahitler ve kaya mezar odalarından oluşan Doğu ve Batı nekropol alanlarıdır”.
Kent İsa’dan önce (İ.Ö.) 300 yılında, Musa Dağı’nın yamaçları ve Delta düzlüğü üzerinde kurulmuştur.
Kent kurucusu olan Selaokus’un adını taşımakta olup diğer Selokıa adını taşıyan kentlerden ayırt etmek için kentin yaslandığı Pleria Dağı (Musa Dağı) ından dolayı Plerla’daki Seleukla olarak adlandırtmıştır.
Mısır’da kurulan diğer bir Helenistik krallık olan Pitolemaloslar’ın İ.Ö. 246 da Selekuea’ya taşınması ile deniz ticaretindeki rolü nedeni ile bir liman kenti olarak öne çıkmıştır.
 “Bütün yollar Roma’ya çıkar deyimi Romalılardan  geliyor.
Bölgede bulunan mağara, tüneller, antik kalıntıları anlatan rehber İsmail Zubari şunları anlattı:
“-Zamanın insanları çevre tepelerden gelen sel sularının taşkınlığını önlemek için bu mağara kanallarından selin yönünü değiştirebiliyorlarmış. Şimdi bile, oca yıpranma ve aşınma olmasına rağmen tüneller işlevini sürdürüyor. Ama su buradan değil de oradan denize dökülüyor, sadece şu bir bölümde aksama var. Yoksa iki bin yıldır yağmur sularını direne ediyor. Şurada bir yazıt görüyorsunuz, bakın “İmparator Sezar” diye okunabiliyor. Diğer taraftaki okunamıyor, ben bunu arkeologlara sordum. Sezar adını okuyoruz, ama Sezar’dan sonra gelen imparatorlar Sezar lakabını kullandıkları için Sezar diliyle yazılmış. Bu yazıt Sezar’dan yaklaşık yüz yıl sonra büyük ihtimalle tünelin bitiş tarihi veya onarım görmüşse onarım yapıldığı tarihi betimlemek için duvara kazılmış, bir yazıt. Bu tünel tarihin ilk elle kazılan projelerinden biri, tarihin ilk jeomorfolojik projesidir aslında, Titus Tünelleri. Romalılar buranın açılmasına o kadar önem veriyorlar ki, kendi askerlerini bile getirip burada çalıştırmışlar. Buradaki tarihi kayıtlara göre, Bilecik’te konuşlu Roma lejyonu gelip burada çalışmış, bu konuda tarihi belgeler var. Ve düşünün o zaman ücretli işçiler, köleler vs binlerce insanın el emeği ile yapması yaklaşık 12 yılda. Bu kayaları oyan, kesen Romalılar taş işçiliğinde bir numaradır. Romalılar bütün fethettikleri yerleri, yollarına taş döşediler. Ayrıca binlerce insanın el emeği ile bu tüneller kazılmış, kayaların arasından, amaç aşağıdaki şehirlerinin yukarılardan gelen sel sularından korumaktır. Onun için “bütün yollar Roma’ya çıkar deyimi oradan geliyor. Romalılardan önce yoktu böyle işler, Romalılardan sonra oluştu. Niye, tüm askeri ve istihkâm malzemelerini kolayca bir yerden başka bir yere nakledebiliyorlardı. Onun için Hindistan’a kadar, Mısır vs bütün Avrupa’nın bütün
Anadolu’nun tamamını alabildiler.
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Devam edelim ıradan kapalı bölüme de geçeceğiz. “Ocağına incir dikmek” buradan geliyor, bakın incir ağacı taşı bile çatlatıyor.
Bu gördüğünüz mağaralarda 93 adet kaya mezarları var hepsinin üzerinde kapakları vardı, zamanla kapakları kırılmış, burası Fransız işgali yıllarına kadar yukarıya kadar toprakla gömülüydü, o zaman ait fotoğraflar var. Sonra bunu açıyorlar,  mezarlıklar ilk çağlarda değerli eserlerle gömüldüğü için, tarih boyunca depremlerle, sel, yangın ve öteki afetlerle ilk zarar gören yerler mezarlıklar olurdu. Burada değerli bir şey çıkmadı bizim dönemlerde. Duvarlarda istiridye kabartmaları var, bakın; sağ başta tarafta da sarmaşıklar var, oyuklarda, hayat ağacını temsil eder, ölümsüzlüğü temsil eder. Desti mağara denilmesinin sebebi de şu ortada görülen mezarın destiye benzemesinden dolayıdır, süslemelerin, içeride.
Eğer Antakya’yı biraz bilenler için, insanların ilk yayılma yıllarında Selenkia şeklinde, Kudüs’ten sonra insanlar ilk defa bura yükseliyorlar, adını Antakya’dan alıyorlar. Fakat Selenkia Pieria uzun süre özeliğini korumuş. Burada gördüğünüz kabartmalar çok tanrılı inancına tekabül ediyor, o yılları sembolize diyor. Bakın şu mezarın alnın da kırılmış bir haç işareti var”.
Antik yerlerin kenarlarında yöre köylüleri defneyaprağından, zeytinyağından ve daha birçok bitkilerin karışmış yaptıkları sabunları, zeytinyağı, nar ekşisi gibi yöre ürünleri satıyorlardı. Kaynak: İsmail Zubari
Titus Tuneli ve Beşikli Magara- Samandagı
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Antakya’nın 35 km. batısında, Musa Dağı’nın güneyinde kurulmuş antik bir kenttir. Bu bölgede ilk iskân M.Ö. 4500 yıllarına kadar iner. Bütün dünyaca bilinen tarihi Seleukoslarla başlar. Büyük İskender’in ölümünden sonra generalleri arasında paylaşılan ve burayı da içine alan topraklar Seleucus’a kalır. Seleukoslar merkezleri Babil olmasına rağmen buradan Akdeniz’e hükmetmek istiyorlardı. Bunun güçlüğünü anlayan imparator önce burayı devletinin başkenti yapmayı düşünürdü. Ancak her an denizden gelecek saldırıya uğraması mümkün ve savunması güç olan bu şehri başkent yapmaktan vazgeçerek Antakya’ya yöneldi.
Roma egemenliğine geçtiğinde de önemi daha da artmıştır. Daha sonra Bizans hâkimiyetine geçmiştir. Bu dönemde liman eski önemini kaybetmiştir.
Seleukeia Pieria şehri aşağı ve yukarı olmak üzere iki kısımdan kurulmuştur. Yukarı şehir deniz seviyesinden 300 metre yüksekliktedir. Burada büyük malikâneler, mabetler ve resmi binalar bulunmaktadır. Aşağı Şehir, liman ve çevresinde kurulmuştur. Aynı zamanda burada büyük bir hamam ve küçük bir tiyatro bulunmaktadır.
Şehrin çarşı ve El-Mina ismini taşıyan iki kapısı bulunmaktadır. Şehrin tamamın bir surla çevrilidir.
Buradaki buluntular:          
Titüs Vespasianus Tüneli, Beşikli Mağara ve Dor Mabedi. Titus (Vespasianus) Tüneli
Samandağ ın 5 Km. kuzeyinde denize hâkim yamaçlarda M.Ö. 300 yıllarında Seleuykos Nikator tarafından kurulan ve kurucusunun adı ile anılan şehirdir. Şehrin, dağın hemen bitiminde, dağdan gelen derelerin ağzında bir iç limanı vardı. Sellerin bu limanı Doldurması tehlikesi ortaya çıkınca imparator Vespasianus zamanında dağ delinerek bir tünel açılması kararlaştırıldı tünel Titus zamanında tamamlandı ve derenin önü bir duvarla kapatılarak sel suları, yüksekliği 7 mt genişliği 6 mt olan bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtıldı, böylece limanın dolması engellenmiş oldu. 130 mt si tünel, kalanı açık kanal halinde olan tünelin uzunluğu girişten Çevliğe kadar 1380 mt. dir
Tünelin deniz tarafındaki girişine göre sağ tarafta, 100 mt kadar uzaklıkta kaya mezarları vardır burada kayalara oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi çekeni, çukurun tabanındaki geniş mağaradır. İçinde çok sayıda mezar bulunan bu mağara diğerlerinden farklı yapılmış yüksek ve gösterişli bir mezar yüzünden halk arasından ”Beşikli Mağara” olarak anılmaktadır
Antik şehrin yerleşim yerinin yukarı kısımlarında tapınak kalıntılarına da rastlanır, bunlardan başka, Mağaracık köyü civarında da çok sayıda mağara vardır.
Defne Yolu- Musa Ağacı:
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Samandağ’nın Hıdırbey Köyünde bulunan asırlık Hıdırbey Çınarı (Plontanus orientalis) yalnız ilçemizin değil, Hatay’ın da en ünlü ağacıdır.
800-1000 yaşlarında olduğu tahmin edilen ve halk arasında  2000-3000 yaşlarında olduğuna inanılır. Köyün Merkezinde bulunan ağacın gövde çapı 7.50 m dir. Dıştan çevresi yaklaşık 20m’dir. İki oyukla ağacın gövdesine girilmektedir.
Köylüler arasında “Musa Ağacı”diye bilinir. Yöredeki insanlara göre Hz. Musa’nın asası olduğu inancı hâkimdir ve bu konuda ilginç bir hikâye anlatılır.
Rivayete göre, Samandağ sahilinde buluşan Hz Hızır ile Hz Musa birlikte dağa çıkarlar. Tam bu noktaya geldiklerinde Hz. Musa elindeki asayı yere saplar ve eğilip su içer. Tekrar dönüp baktığında fidanın yeşerip fidana dönüştüğünü görür. Halk arasında ABI Hayat suyundan can bulan fidanın binlerce yıl gelişerek bu günkü halini aldığına inanılmaktadır. Yaşı 600-1500 yıl arasında, ağacın gövde çapı 7.50 m. İç kısım çapı 5.40m, Dıştan çevresi 21 m yüksekliği ise 17metredir. Ağacın dallarının alanı yaklaşık 1000 m. Alanı kaplamaktadır. Ağaç Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığının 09.05.1981 Gün ve A-2895 sayılı kararı ile tescil edilmiştir ve koruma altına alınmıştır.
Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Musa Ağacı’nın hemen yanından gürül gürül gümüş gibi Abı Hayat suyu akarken, Bir de çeşme yapıp adını “Abı Hayat Çeşmesi” demişler, çevresindeki düzenlemelerle, köylüler sebze, meyve, nar ekşisi, zeytinyağı, bitki sabunları vb her türlü ürünlerini satıyorlardı. Musa Ağacı için gelip gidenlerle bu ulu ağacın çevresine öyle bir Pazar kurulmuş ki, sanki kendinizi Pazar yerinde sayıyorsunuz. Yine yöre köylerinden gelen kadınlar saç üstünde içli gözleme yapıp satıyorlardı. Hata taşıma sıkıntısı olanlar için az bir ücretle kargo ile de gönderebiliyorlardı.  Sanki Pazar kurulmuş gibi, seyyar dükkânlar yan yana dizilmiş, elle yapılmış eşyalar da satıyorlardı. Bu da bir çeşit turizm ve yoksul için bir gelir kaynağı.
Ermenilerin yaşadığı tehcirden önceki dönemlerde çekilmiş bir resimde görmüştüm, Musa Ağacı’nın etrafına oturan Ermenilerin görüntüsü yanında, Musa Ağacı’nın kocaman kovuğuna kapı yapmışlar, resimde görülüyordu.

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR

Samandağ  Musa Dağı Yolcuları- Hatay Yöresine Bir Gezimiz (1)
Samandağ Mızraklı Köyü .Hacı Bektaş Veli Dergahı'ndan bir sembol "Süleyman Mührü", dergahın girişinde bulunan Üçler Çeşmesi'nin üzerinde yer almaktadır. Tarih boyunca çeşitli kültürler tarafından kullanılan bu yıldız sembolü hakkında bilgiler şöyle; “Davud Yıldızı” veya “Davud Mührü” veya “Davud Kalkanı” gibi değişik isimlerle adlandırılan altı köşeli veya altı uçlu bir yıldızdır ki, iki eşkenar üçgenin eşit noktalardan birbirini çapraz olarak kesmesiyle meydana gelmiştir. Fakat ne Ahd-i Atik’te ne de Talmud’da bu tabirlerin hiçbiri geçmemektedir. Altı köşeli yıldızın, bronz çağından çok daha önceleri bir süs ve bir büyü işareti olarak kullanıldığı görülmüştür. Bazı kültürlerde, Yukarı Mezopotamya ve Britanya’nın bazı bölgelerinde Demir Çağı örnekleri bulunmuştur. Bazen de Yahudiler tarafından zaman zaman lamba ve mühür gibi Yahudi eşyaları üzerinde, herhangi bir özel anlam ifade etmeksizin kullanıldığı görülmüştür (Atasağun, 2001; 125). Buna dair en eski ve çarpıcı örnek M.Ö. VII. yüzyılda Sidon’da bulunan Joshua b. Asayahu’ya ait bir mühürdür. İkinci Mabet döneminde altı köşeli yıldız, Süleyman Mührü olarak bilinen beş köşeli yıldızla birlikte Yahudi ve Yahudi olmayanlar tarafından sık sık kullanılmıştır. Altı köşeli yıldız, süs amacıyla Ortaçağ’da özellikle X. ve XI. yüzyıllarda Müslüman ve Hıristiyan memleketlerinde de kullanılmıştır. Abdal Musa Türbesi’nde de Süleyman mührü olarak adlandırılan şekilde bir kuyu taşı bulunmaktadır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın sancağında yine bu işareti görmekteyiz. Bu mühür, birçok İslam eserinde mevcuttur. Yıldızın yukarı bakan kısımları iyiliği aşağıya bakan kısımları ise kötülüğü sembolize etmektedir.

https://www.facebook.com/mızraklıkoyumısrekıy/photos/a.10153758596975291.1073741826.114063340290/10159459924560291/?type=3&theater 

http://www.mekan360.com/360fx_titustuneliBeşiklimagara-hatay-samandag.html Kaynak: Bu ifadeler bu dev ağacın yanına yazılan kitabeden alınmıştır.

Cevat Kulaksız